top of page

Sofya ve Galatasaray...

  • Buket Başer Nişel
  • 3 Şub 2017
  • 4 dakikada okunur

Birbirini pek de tanımayan üç kişi; bir mobilya ustası, işyerinden bir abi ve ben arabayla Sofya’ya gidiyoruz. Sessiz bir yolculuk oluyor. Yugoslavya parçalanmadan önce ailecek buralara gelmişliğimiz var. Bulgaristan’dan transit geçmiştik tabii. O zamanlar komünist olan Bulgaristan’da durmak yasaktı. 8-9 yaşlarında bir çocuk olan ben, bu durumu çok heyecanlı bulmuştum. Arabayla yolculuk yaparken babam sağı solu anlatır, seyretmemi ister, ilgilenmediğimde de bozuk atardı. Bulgaristan’da pür dikkattim, hiç azar işitmedim. İnsanların ülke dışına çıkamaması ya da bizim içeri girmememiz son derece garipti. Yol boyunca çeşitli noktalarda duran Bulgar askerlerini inceliyordum. Acaba araba bozulsa, dursak bizi vururlar mıydı? Adeta bir macera filminde gibiydim…

Ağaçlı bir yoldan girdik Sofya’ya. İlk dikkatimi çeken yolların genişliği oldu, sonra yüzyıllık taş binalar, parklar, görkemli bir şehir merkezi... Ne zaman ki arka sokaklara girip gördük yıkık dökük, tek düze binaları, içim ürperdi. Ne biçim bir şehirdi bu? İçi başka dışı başka…

Bizim seyahat sebebimiz Sofya’da açacağımız mağazanın montajını organize etmekti. Bizim usta Bulgar ekiplere bu iş nasıl yapılır öğretecek, ben tercümanlık yapacağım, abi de abi işte başımızda duracak. Bulgar montaj ekiplerinin hepsi üniversite mezunuydu. Şaştım kaldım bu işe, yapacak başka bir iş bulamamıştı adamlar. Montaj sırasında tercüme yapmama hiç gerek kalmamıştı. Bizim usta Türkçe, onlar Bulgarca gül gibi anlaşıyorlardı. Ben de bari montaja yardım edeyim diye aldım elime tornavida, başladım kulpları vidalamaya, baza ayaklarını ayarlamaya. O bitti ortalığı topladım, o bitti dolapları sildim, o da bitti yerleri süpürdüm. Çok iyi temizlik yapardım o zamanlar. Yurtdışı mağazalarının çoğu geçmiştir elimden. Bizim abi şöyle bir baktı; herkes çok iyi çalışıyor, dedi ki: “Sizi ödül olarak maça götürüyorum.” Bu ödül benden ziyade ustalaraydı belli ki ama ben de çok heyecanlanmıştım. Hayatımda ilk kez bir futbol maçına gidecektim hem de bir Fenerbahçeli olarak Galatasaray’ın maçına. Hangi Türk futbol takımı olursa olsun, böyle bir durumda milliyetçi duyguları kabarmalıydı insanın. Benim de öyle oldu zaten.

22 Ağustos 2001- Şampiyonlar Ligi 3.eleme turu Galatasaray- Levski Sofya maçı:

Bizim Bulgar ekip her ne kadar Levski Sofya tarafında bilet bulmak için uğraşsa da, Levski’nin 30.000 taraftarı tribünleri doldurduğu için GS tarafında oturmak zorunda kaldılar. 1600 polisin görev yaptığı maçta Galatasaray için sadece bir avuç yer ayrılmıştı. O güne kadar hiç Şampiyonlar Ligi’nde oynamamış Levski Sofya için bu maç çok önemli idi. Taraftarları İstanbul’daki maçta 2-1 yenilmiş olmanın acısıyla ve hırsıyla gelmişlerdi stada.

Hayatımda ilk kez futbol maçına gittiğim için, ne polis sayısının bu kadar fazla oluşunun ne de Galatasaray taraftar sayısının bu kadar az olmasının anormal bir durum olduğunun farkında değildim. Bizim bulunduğumuz tribünün genişliği kadar sağımızda ve solumuzda boş yer bırakılmıştı. Çepeçevre tel örgü vardı. Arena’daki aslanlar saldırmasın diye Bulgarlar kendilerini koruyor herhalde diye düşünmüştüm. Oysaki tam tersiydi, az sonra öğrenecektim gerçeği.

Tribünlere oturdum. Maçın başlamasını beklemeye başladım. Bir ara ortalık hareketlendi; havada sonradan taş olduğunu öğrendiğim uçuşan şeylere şöyle bir baktım. Yerimden kıpırdamadım bile. Cehalet böyle bir şey işte, insan bilmeyince korkmuyor da. Sonra birinin bana “Bukettt” diye bağırdığını duydum. Doğru mu duyuyordum? Sofya’da beni tanıyan kim olabilirdi ki? Hem de futbol maçında. Ama yanılmıyordum. Bana seslenmeye devam ediyordu bu kişi. Aşağıya baktığım da okul arkadaşım Yasin’i gördüm. Çılgın gibi el sallamaya başladım. İnsanın hem de yurtdışında eski bir arkadaşıyla karşılaşması ne harika bir şeymiş. Maç öncesi neler olup bittiğini ondan öğrendim. Meğer bu maç çok tehdit aldığı için Galatasaray kulübü organizasyon yapmama kararı alıp, Sofya’ya kimseyi göndermeyelim demiş. Ne olduysa, son dakikada bir otobüsün ayarlanmasına karar verilmiş. Benim arkadaşım Yasin de apar topar İstanbul’dan gelen 30 kişiden biri olmuş.

Bizim maçtan bir hafta önce Levski-CSKA maçında öfkeli Bulgarlar bir otobüsü yakmış. Hal böyle olunca Bulgar özel polisleri de devreye girip bizim maçı 1600 polisle koruma kararı almışlar. Olan biten bu kadar da değil. Adamlar bir de bizim basını getiren otobüsü resmen kaçırmışlar. İnanılır gibi değil ama Bulgar taraftarlar artık ne içtilerse, koskoca otobüsü cüzdan çalar gibi çalmışlar. Bizim basın da kalakalmış ortada.

Dahası da var; bizim Sofya elçiliğinden bir grup da maça gelmek istemiş haliyle. Onların otobüsü de saldırıya uğramış, camlar kırılmış ve iki elçilik çalışanı hastanelik olmuş. Ha bir de maçtan önce Galatasaray tribünlerine yağan taşlardan Fenerbahçe bayraklı bir seyirci yaralanmış. Vee bizim Bulgarlar tercüme etmediği için o anda fark etmediğim ama Yasin’in yanındaki Bulgaristan’da yaşayan Türklerin tercüme etmesiyle ortaya çıkan küfür kıyamet yazılı pankartları da yazmandan geçemeyeceğim.

Tüm bunların yaşandığı maç 1-1 beraber bittiği için Bulgarlar daha da öfkelendi. İçinde Yasin’in de bulunduğu, polis eskortu ile İstanbul’a dönmeye çalışan Galatasaray konvoyuna bir de midibüs çarpıp otobüsü yoldan çıkartmaya çalışmış.

Amma maç seçmişiz di mi? Maç değil savaş mübarek. Ben de niye bir daha maça gitmek istemedim diye düşünüyordum. Yeterince sebebim varmış. Gerçi son dönemde üzerine toprak attığım Fenerbahçe ruhum da kıpırdanmaya başlamadı değil. Her an passolig alabilirim.

Sofya’da Princess Otel’de kalmıştık. Otelin alt katındaki kocaman kumarhanesine sırf meraktan bakalım dedik. Ben de para mara yok. Arkadaşımdan aldığım 3-5 jetonla ortada dolanıyorum. Bir poker slot makinasının önüne oturduk, jetonu attık ve sirenler ötmeye başladı. Suratım bembeyaz oldu bir anda. Neyi yanlış yapmıştık acaba? Bir görevli geldi. Kızacak mıydı? Ne olacaktı? Adam gayet ciddi yanımıza yanaştı ve hoşnutsuz bir ifade ile sermaye sahibi arkadaşa yüklü bir çek yazdı. Sevinçten çığlık attığımı hatırlıyorum.

Sofya her ne kadar gezilesi bir şehir olmasa da şu yüklü çek sayesinde hafızamda hep tebessümle hatırladığım bir yer olarak kaldı.

Her ne kadar yaşadığımız her an, anı olarak kalacak olsa da ne demiş şair Cenap Şahabettin?

Tatlı hatıra, mesut hayatın faizidir”.

Sevgiyle kalın,

Comments


© 2016 by Buket Başer Nişel

bottom of page